Orta Çağ’da Hukuk
Orta Çağ’da Hukuk
Avrupa tarihinde kabaca MS V.- XV. yüzyıllar arasında geçen dönemi ifade ettiği düşünülen Orta Çağ’ın, kesin olarak ne zaman başladığı ve sona erdiği konusunda bir görüş birliği bulunmamakla beraber, genel olarak Roma împaratorluğu’nun Doğu ve Batı olarak MS 395’te bölünmesinden sonra Cermen kavimlerinin yoğun istilası sonucu Batı Roma împaratorluğu’nun MS 476’ta çöküşüyle başladığı; yeni ekonomik ilişkilerin giderek belirginleştiği, kapitalizmin ekonomik ve toplumsal bir sistem olarak yaygınlaştığı, mutlak monarşiler temelinde yeni siyasal yapılanmaların oluştuğu, Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte yeni bir düşünce tarzının ve dünya görüşünün ortaya çıkmaya başladığı XV. yüzyıl sonlarından itibaren sona erdiği kabul edilmektedir. Her çağın toplumsal düzeninin, genel olarak getirmiş olduğu toplumsal tabakalaşma sistemi, ekonomik üretim tarzı, siyasal yönetim biçimi ve dünya görüşü ile diğer çağlarınkinden ayırt edilebileceği söylenebilir.
Cermenler, Roma împaratorluğu’nu yıktıktan sonra V. yüzyıldan X. yüzyıla kadar beş yüzyıl sürecek bir kargaşa çağına yol açmışlardır. Tarihçiler, bu dönemi “Orta Çağ’ın Karanlık Çağı” ya da “Karanlık Orta Çağ” olarak adlandırmışlardır. Bu çağdaki istilalar ve kargaşa sonucunda; toplum yaşamında ilkel düşünüş tarzları ve adetler egemen olmaya başlamış, insan ilişkileri derinlemesine bozulmuş ve azalmış, para dolaşımı felç olmuş, ücret ilişkilerinin yerini kişisel bağımlılık ilişkileri almış ve en yakında bulunan kimselere bağlanma şeklinde bir zihniyet gelişmiştir (Bloch, 1998: 666). Barbar saldırıları sonucu ortaya çıkan bu dönüşümlerle birlikte, merkezi hükümet yapılarının can güvenliğini ve düzeni sağlayamaması, zamanla yeni bir toplumsal örgütlenme tarzının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Feodalite olarak nitelendirilen bu toplumsal sistemin temel ögeleri, Bloch’tan hareketle şöyle özetlenebilir: Köylü bağımlılığı, para dolaşımının felç olmasından dolayı nakdi ücret ödemesinin imkansızlaşması ve buna bağlı olarak serflere hizmetlerinin karşılığının işledikleri topraktan elde edilen üründen belli bir pay verilmesi, uzmanlaşmış bir savaşçılar oligarşisi ile rahipler oligarşisinin egemenliği, insanı insana bağlayan itaat ve koruma ilişkileri, parçalanan iktidar ve güçsüz devlet yapısı. Feodal düzen içinde devlet, varlığını sürdürmekle birlikte iyici güçsüzleşmiştir. Sistem, temel olarak, rahipler ve savaşçılar oligarşisi lehine işlemektedir. Başta eğitim olmak üzere, birçok kamusal işlev, kilise tarafından yerine getirilmektedir. İç ve dış güvenliği sağlamakla görevli kral ya da prens, yönetmekten çok savaşmakta, cezalandırmakta, bastırmakta ve sindirmektedir. Bunların dışında başkaca bir görevi neredeyse yoktur (Bloch, 1998: 665-675).
Feodal sisteme özelliğini veren temel üretim biçimi feodalizm, ekonomik faaliyetlerin ve diğer etkinliklerin üzerinde icra edildiği mekân malikane, siyasal yapıyı karakterize eden nitelik parçalanmış iktidar yapısı ve merkeziyetsizlik, egemen ideolojisi din ve temel sadakat odağı ise Tanrı’dır. Feodal düzeni, ruhban sınıfıyla ve aristokrasisiyle kilise temsil ediyordu. Orta Çağ’da üretim, feodal beylerin malikanelerinde yapılmaktadır. Bu malikaneler, nispeten kendi kendine yeterli toplumsal ve ekonomik birimler niteliğindedir. Bunların içinde toprağı işleyen serfler yanında, marangoz, demirci ve saraç gibi zanaatkarlar bulunmaktadır. Servetin temel kaynağı topraktır. Para ve menkul değerler, ekonomi içinde önemli bir role sahip değildir. Şehir dışında ve etrafında tarım yapılırken, şehir ve kasabalar içinde esnaf-zanaatkar faaliyetleri ve bunların bağlı oldukları meslek örgütleri olarak loncalar önemli bir yer işgal eder. Ticaret, belli yol kavşakları ve transit merkezler dışında oldukça sönüktür. Kırsal kesimde elde edilen çok az bir ürün fazlası, kasabalara veya şehirlere satılarak bunun karşılığında bazı zanaat malları ile feodal beyler için lüks eşyalar alınır. Büyük toprak mülkiyeti ve toprağa dayalı hakimiyet şekli egemendir. Toprağın başladığı ve bittiği sınırlarla ölçülü bir iktidar dağılışı ve merkeziyetsizlik söz konusudur. Ayrıca dinsel ideolojinin ve lonca ahlakının ağırlığı ile geleneklere dayalı zanaat ve meslek anlayışı egemendir (Oran, 1999; Ülge- ner, 1981).
Feodalizm: Orta Çağ’da, Batı Avrupa’da tarıma dayalı ekonomik sistemin, merkezilikten yoksun siyasal düzenin, dinsel değer ve ideolojiye bağlı sosyokültürel yapının egemen olduğu sistem.
Lonca: Orta Çağ’da, ticareti düzenlemeye, esnaf ve zanaatkarların çıkarlarını korumaya çalışan mesleki birlik.
Okuma-yazma oranının çok büyük oranlarda azaldığı, başta edebiyat ve sanat olmak üzere, kültür alanında ciddi gerilemenin yaşandığı, yukarıda temel özellikleri açıklanan böyle bir yapı içinde hukukun ve hukuk düşüncesinin parlak bir gelişme göstermesi doğal olarak beklenemez. Bu dönemde, en büyük ve güçlü sen- yörlüklerde bile, sözel geleneklerden ve göreneklerden başka bir kuralın bilinmez hale geldiği, Antik Yunan’da gözlenen ve Roma döneminde zirveye çıkan yazılı hukuk kodifikasyonlarının (derlemelerinin) neredeyse tümüyle kaybolduğu görülür. Orta Çağ hukukuna bu açıdan bakıldığında; nüfusun giderek azaldığı, istilalar sonucu mevcut nüfusun dağıldığı, kent hayatının gerilediği, ekonomik verimliliğin düştüğü, siyasal anlamda iktidarın parçalanarak merkeziyetsizliğin başat hale gel
diği, kültür hayatının sönükleştiği bir çağda, “hukuk kodları”na hayat veren toplumsal temelin çöktüğü ve buna bağlı olarak hukuk alanında gelenek-görenek ağırlıklı bir hukuk anlayışının ve uygulamasının öne çıktığı ileri sürülebilir.
Modern toplumun hukuk anlayışında; hukuka karakterini kazandıran temel ögenin, örgütlü devlet gücüne dayalı yaptırımlara sahip olduğu düşünülür. Devlet ile hukuk arasında yapılan önem sıralamasında daima devlet birincil konumda görülürken, hukukun ikincil bir öneme sahip olduğu, hukukun asıl yaratıcısının devlet olduğu kabul edilir. Ancak, merkezi iktidar yapısının olmadığı, modern ulus- devlet yapısının henüz şekillenmemiş olduğu Orta Çağ’da faklı bir durum söz konusudur.
Orta Çağ hukuku için asıl önem taşıyan iki nitelik; eskilik ve muteberlikti. Eğer bir yasa, devlet veya başka bir örgütlü güç tarafından yürürlüğe konmuş olsa bile, eski ve muteber değilse hukuksal bir düzenleme olarak kabul görmezdi. Oysa bugün yasalar, yürürlüğe girdikleri tarihten yürürlükten kalktıkları zamana kadar geçerli kabul edilir. Yani, eski ve muteber olup olmadıklarına bakılmaksızın, sadece mevcudiyetlerinden dolayı hukukun kapsamı içinde oldukları varsayılır. Kısacası, Orta Çağ’da hukukun hukuk sayılabilmesi için onun hem eski hem de muteber olması, yani genel bir saygınlığının ve inanırlığının olması gerekirdi. Yalnızca uzun süreden beri uygulanmış olması, onun doğru veya haklı olduğunu göstermezdi. Bu dönemde hukukun insan eliyle, belli bir otorite tarafından yaratılmasından değil; keşfinden ya da bulunup çıkarılmasından söz edilebilirdi. Günümüzde bir mahkemenin herhangi bir konuda vermiş olduğu özgül bir karar, genel bir kuralın somut bir olaya uygulanmasıyla ortaya çıkan bir çıkarım olarak görülürken; aynı durum, Orta Çağ zihniyeti bakımından topluluğun yaşama etkinliğinden hiçbir şekilde ayrı bir şey olarak düşünülmezdi. Orta Çağ’da hukuk, kendi içinde bir amaç olarak görülür. Çünkü hukuk, ahlaki bağlılığa ve topluluğun ruhsal temeline dayanır; onlarla birlikte bulunur, onlardan ayrı olarak değerlendirilmez. Orta Çağ insanları için hukuk birincil, devlet ise sadece ikincil önemdedir; devlet, yalnızca hukuku yürürlüğe koymak ya da uygulamaya geçirmek için bir araç olup hukuk devletten önce gelir. Oysa bugün, devlete ve onun eliyle yaratılan hukuka öncelik verilir. Örneğin, örf-adet kuralları, ahlaki kurallar, doğal ya da ideal hukuk ilkeleri, hukuk alanında öncelikli bir yere sahip değildir. Bunlar, ancak pozitif hukuk kendilerine açık bir şekilde atıfta bulunuyorsa hukuk dünyasının bir parçası olarak görülür. Modern hukuk düşüncesine göre devlet, egemen bir güç olarak neyin hukuk sayılıp sayılmayacağına karar verme ve istediğinde hukuku değiştirme gücüne sahiptir. Orta Çağ anlayışı ise, bundan tamamen farklıdır; egemen olan devlet değil hukuktur, devlet hukuku değiştiremez. Orta Çağ, hukukun kutsallığına karşı teorik saygıyla doludur. Orta Çağ düşüncesine göre, eski ve muteber olan hukuktur. Bununla çatışan kurallar, hukuk olmayıp bunların yürürlüğe konulması söz konusu olamaz. Orta Çağ hukuku, asıl olarak sözel nitelikte olmakla beraber, şüpheli durumlarda insan hafızasına bir katkı sağlama, geleneğe istikrar ve süreklilik kazandırma, mevcut kuralları açık ve anlaşılır şekilde muhafaza etme amacı ile zaman zaman kayıt altına alınmıştır (Kern, 1996:105-109).
Cermen istilaların sona ermesi, feodal iktidarları, maddi ve manevi güçlerini tükettikleri önemli bir sorundan kurtarmıştır. Hem bu sona erişin, hem de teknolojik, ekonomik ve siyasal birçok gelişmenin sonucu olarak; XI. yüzyıldan itibaren feodal beyin malikanesi, kendi kendine yeterli bir ekonomik ve toplumsal birim olmaktan çıkmaya başlamıştır. Bu süreçte, nüfusta büyük artışlar gerçekleşmiş ve boş duran topraklar tarıma açılmıştır. Nüfusun ve üretimin artması, zanaatlerin, ticaretin ve dolayısıyla kentlerin canlanmasına katkıda bulunmuştur. Kır ile kent arasındaki alışveriş ilişkileri ve diğer sosyo-kültürel ve siyasal bağlar giderek yo
ğunlaşmıştır. Bu süreçte, hem kilise hem de yerel feodal beyler güç kaybederken, yeni gelişen sınıf olarak burjuvazi öne çıkmaya başlamıştır. Gelişen ekonomik yapı içinde para arzı ve dolaşımı da artmaya başlamış; bu sayede vergi yeniden ortaya çıkmış, vergiyle birlikte merkeze bağlı ücretli memurlar ve maaşlı askerlere dayalı örgütlenme, feodal irsi (kalıtsal) sözleşmelere dayalı hizmet sisteminin yerine geçmiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak feodal yapı sarsılmaya başlamış; yeni ekonomik ve siyasal ilişkiler belirginleşmiş, bir yandan para ekonomisi giderek gelişmiş, diğer yandan bireylerle ve özel gruplarla kıyaslanmayacak ölçüde bir gelire sahip olan devlet, giderek merkezileşen bir bürokrasiye kavuşmuştur. O zamana kadar kiliselerin ve papalık örgütünün tekelinde kalmış olan işleri yapmak üzere, eğitim sürecinden geçmiş yeni bir seçkinler tabakası yükselerek bürokrasinin çekirdeğini oluşturmuştur. Ayrıca, feodalitenin kan bağına, akrabalığa, hanedanlığa ve kişisel sözleşmelere dayalı yönetim mekanizmasına “ülke” kavramı girmiştir. Bu, belirli bir mekân üzerinde yaşayan insanların temsil edilebilirliğini, temsil ilişkisinin de kişisel nitelik taşımayan soyut ve genel hukuk kurallarına göre düzenlenebileceği anlayışını getirmiştir. Sonuçta; toplumsal tabakalar, kralın ya da prensin kişisel ilişkilerinden bağımsız, hukuk kurallarıyla çerçevesi belirlenmiş “statüler” çerçevesinde ayrı bir temsili-siyasal birim niteliğini kazanmışlardır (Ağaoğulları ve Köker, 1996: 179-180; Bloch, 1998: 639; Oyan, 1998: 138; Şenel, 1982: 360).
Ekonomik ve ticari ilişkilerin yoğunlaştığı, kentlerin giderek geliştiği ve yeni bir sınıfın ortaya çıktığı toplumsal yapıda düzeni sağlamak bakımından, sözel geleneklere dayalı hukuk sistemi yetersiz kalmıştır. Giderek farklılaşan, karmaşıklaşan ve anonimleşen toplumsal ilişkileri, kişisel sadakat ve bağlılık esasları çerçevesinde sürdürmek zorlaşmıştır. Bu bağlamda, kişisel sadakat ve bağlılığın bıraktığı boşluğu, yeni bir kural sistemiyle doldurma ihtiyacı belirmiş ve bu ihtiyaca yanıt olarak soyut ve genel karakterli hukuk kuralları ve mekanizmaları ortaya çıkmıştır (Yüksel, 2001: 53-54). Giderek gelişen toplumsal, ekonomik ve siyasal bütünleşme sürecinin önünde ciddi engeller söz konusudur. Her feodal beyliğin sınırında farklı bir yönetim, hukuk ve yargı düzeni ile karşılaşmak, ticari ve ekonomik ilişkilerin gelişmesini köstekleyici bir etkide bulunuyordu. Daha önceki dönemin şartlarına göre şekillenmiş küçük küçük ayrı siyasal birimlerin varlığı, ticaret ve zanaatla uğraşan ve giderek gelişen bir burjuvaziyi sıkıyordu. Kısacası, gelişen ekonomik ve ticari ilişkiler ve güçler, yeni bir siyasal ve hukuksal düzeni zorluyordu. Böyle bir ortamda burjuvazi, siyasal birlik yanında, tüm ülke çapında geçerli olacak bir hukuk ve yargı birliği talep ediyordu. Burjuvazi, önünü görmeyi, hesaplanabilir, öngörülebilir, güvenli ve kesinlik taşıyan bir hukuk düzeni oluşturmayı istiyordu. Bundan böyle, keyfi kural ve işlemlerle yüz yüze gelmek istemiyordu (Yüksel, 2001:52-55). 14. ve 15. yüzyıllarda belirginleşmeye başlayan feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, hukukun birleştirilmesine ve yalınlaştırılmasma yönelik güçlü bir hareketin geliştiği görülür. Gerek giderek gelişen ekonomik güçler, gerek gittikçe güçlenen devletler, hukuk ve yargı birliğini sağlamaya çalışıyorlardı. Bir yandan devlet yönetimi ve mahkemeler yeniden yapılandırılırken; diğer yandan maddi hukukun yeniden düzenlenmesi, yani dağınık hukuk kurallarının ve mekanizmalarının belli bir düzene kavuşturulması yönünde çaba gösteriliyordu. Sonuçta modern bir hukuk ve yargı düzeninin temelleri atılıyordu.