Kültüre Yaklaşımlar: Temel Antropoloji Kuramları
Antropolojinin gelişiminde kuramsal zenginlik, daha çok sosyal/kültürel alanda ortaya çıkan tartışmalardan türemiştir. Sosyal/kültürel alanın, felsefeden ve diğer sosyal bilimlerden de etkilenerek gelişen kuramları, antropolojinin diğer alanları üzerinde de belirli etkiler yaratabilmiştir. Antropolojide kuramların çoğulluğu, bilimin gelişim tarihi içinde farklı değerler ve sorunlar üzerinde odaklaşan ve birbirlerini eleştirerek zamanla iç içe giren, hatta birbirini besleyen bir dizi antropoloji okulunun doğmasıyla ortaya çıkmıştır. Başlangıçta, özellikle 19. yüzyılın sosyal bilimlerinin etkisiyle evrimci ve işlevci, yani ilerlemeci ve dengeyi öngören kuramların egemenliğinde olan antropoloji, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren daha çok çatışmacı dediğimiz kuramların etkisi altında gelişmiştir. İlk kuramlar, kültürleri bütünsel sistemler olarak ele almışlar ve incelenen toplulukları düzenli ve makul yaşam tarzları içinde betimlemişlerdi; bu kuramların sömürgeci geçmişle bir hesaplaşma kaygısı da olmamıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında ise sömürgeciliğin çözülmesi ve Üçüncü Dünya olarak tanımlanan ülkelerin hızlı bir değişim sürecine girmeleri, çatışmanın toplumların hayatında aslî bir unsur olduğuna ilişkin bilimsel bakış açısını pekiştirmiştir. Şimdi bu kuramsal çoğulluğun içinde öne çıkmış ve etkili olmuş olanları sırasıyla ele alacağız.
Tek hatlı evrim: insanlığın gelişimini ilkelden gelişmişe doğru izlenen tek bir hat üzerinde görmek ve açıklamak eğiliminde olan evrimci görüştür. |
EVRİMCİ VE TARİHSELCİ KURAMLAR
- Yüzyıl Evrimciliği
- yüzyılda antropoloji içinde antropolojinin ilk kuramsal modeli olarak ortaya çıkan evrimcilik, bütün toplum ve kültürleri bir gelişme çizgisi içinde görmeye çalıştı. 19. yüzyılın hâkim bilim anlayışını yansıtan biyoloji ve jeolojide ortaya çıkan evrimci yaklaşım, evrenin, yeryüzünün ve canlıların başlangıçtaki hallerinden değişerek bugüne geldiklerini ortaya koyuyordu. Antropolojik evrimcilik de, tıpkı doğadaki gibi insan kültürlerinin de geniş zaman dilimleri içinde, ilkel olandan ileri aşamalara doğru değişime uğradığını öne sürdü. Bütün evrimci görüşler, insanlığın ve onun kültürünün ilkel (ya da vahşi) olandan uygar olana doğru giden tek hatlı bir evrim sürecinden geçtiği konusunda hemfikirdiler. Evrimci yaklaşım, kendi çağının ilkellerini ya da vahşilerini ise yaşayan kültürel fosiller ya da evrimin başlangıcındaki insan topluluklarının çağdaş kalıntıları olarak görmekteydi.
Evrimci okulun ilk ve en önemli temsilcilerinden birisi Ed- ward Tylor’dur (1832-1917). Bugün bile rahatlıkla başvurduğumuz kültür tanımını yapan Tylor, antropoloji yazınında bu bilimin konusunun kültür olduğunu söyleyen ilk bilim insanıdır. Tylor ile birlikte, biyolojik olanla kültürel olan arasındaki ayrıma yapılan vurgu açık ve güçlü bir hal almaya başlamıştır. Tylor, kültürel evrimi aklın ilerleyişi olarak görmekteydi. Tylor’a göre uygar olanla vahşi olanı birbirinden ayıran en önemli şey, uygar olanların hurafeleri terk ederek aklı ve onun ürünü olan bilimi benimsemiş olmalarıdır. Tylor’un düşüncelerine baktığımızda 19. yüzyıl felsefesini etkileyen iki önemli ismin, diyalektik idealizmin kurucusu Hegel’in ve pozitivizmin kurucusu Au- guste Comte’un etkisi altında kaldığı görülmektedir.
Evrimcilerin bir diğer önemli ismi Lewis Henry Morgan’dır (1818-1889). Esas mesleği avukatlık olan ama Amerikan yerlilerinin davalarına bakarken onların farklı kültürlerine ilgi duyarak onları incelemeye girişen Morgan, yazdığı Eski Toplum (1871) başlıklı kitapla döneminin düşüncesini büyük ölçüde etkilemiştir. Bu kitapta Morgan insanın kültürel evrimini teknolojiyi esas alan üç ana evreye ayırmıştır. Çünkü Morgan teknolojik gelişmenin kültürel evrimle koşut gittiğine inanıyordu. Morgan’ın ilk evresi yabanıllık evresidir. Alt, orta ve üst aşamaları bulunan bu evrede insanlık avcı-toplayıcılık etkinliğiyle yaşamaktadır. Bu evre çömlekçiliğin keşfine kadar sürmektedir. İkinci evre barbarlık evresidir. Bu evre de alt, orta ve üst aşamalara ayrılır. Çömlekçiliğin gelişimi, yerleşik hayata geçiş, hayvan evcilleştirmesi ve demirin ergitilmesi bu evrede gerçekleşmiştir. Homeros zamanının Grek kabileleri, Roma’nın kurulmasından önceki İtalya kabileleri, Sezar zamanının Germen kabileleri bu evreyi yaşayan topluluklardı. Yazının keşfiyle uygarlık evresine geçilir. Bu evre de eski ve modern olmak üzere iki aşamaya ayrılır. Morgan teknolojiye dayalı bu aşamalandırmasma koşut biçimde evrilen bir akrabalık ve evlilik sistematiği önermiştir. Ona göre evlilik, kuralsız cinsel ilişkilerin yaşandığı ilk halinden çağdaş tek eşliliğe doğru ilerleyen 15 aşamalı bir evrim geçirmişti.
Evrimci antropologların en önemli sorunu veri azlığı idi. Evrimci görüşler ve modeller genellikle başkalarının (gezginlerin, askerlerin, kâşiflerin, misyonerlerin) anlatılarına dayanmaktaydı. Dolayısıyla gözlemlerinde sistemli ve nesnel olamadıkları görülür. Veri azlığı ile 19. yüzyılın hâkim görüşü olan tarihsel ilerleme anlayışı yan yana gelince, sorunlu bir bakış açısı ortaya çıkmıştı. Bu okul kültür kavramını öne çıkarması, fiziksel farkları ne olursa olsun bütün insanların ruhsal bir birliği bulunduğunu öne sürmesi ve farklı toplulukların yaşam biçimlerine dikkat çekmesiyle bir çığır açmıştır ama kültürler arasındaki eşitliği ve kültürel göreciliği kabul etmenin çok uzağında kalmıştır. Beyazların temsil ettiği Batılı modern kültürü ve toplum hayatını evrimin en üst basamağına koyma eğilimi, evrimcileri eşitlikçi ve göreci yaklaşımın tamamen dışında tutmaktadır.
19- yüzyıl evrimci antropologlarının bilimsel yöntemlerindeki en önemli sorun nedir? Tartışınız.
Difüzyonizm
Özellikle etnografya müzesi olarak bildiğimiz müzelerde maddî kültür ürünlerinin ve alan araştırmalarından elde edilen verilerin birikmesi, biricik ve tek hatlı bir evrim şemasının olanaksızlığını göstermek bakımından yararlı oldu. Bu çerçevede evrimciliğe karşı difüzyonizmin (yayılmacılık) yükseldiğini görmekteyiz. Difüzyonizm, kültürün gelişim ve değişiminde en önemli etkenin başka kültürlerden gelen maddî ve manevî öğelerin o kültüre girmesiyle gerçekleştiğini öne sürer. Difüzyonizm, özellikle teknolojik yeniliklerin her kültürde kendi başına gerçekleşemeyeceğini söyleyerek, kültür içinde özgün buluşların ortaya çıkmasının istisnaî ama başka kültürlerden almanın genel kural olduğunu savunur. Difüzyonizm, müzeciliğin en gelişkin olduğu ülke olması nedeniyle ilk olarak Almanya da gelişti. Önde gelen Alman difüzyonistleri, insanlık tarihinde bir kaç çekirdek bölge olduğunu ve kültürel öğelerin oralardan çevreye yayıldığını söylüyorlardı. Mısır ve Mezopotamya gibi yüksek kültürlenn önce temas yoluyla yayıldığını ve ardından göç ve fetih gibi süreçler yardımıyla daha geniş alanlara dağıldığını savunuyorlardı. Bu yaklaşımı nedeniyle bu kuram, kültür-çevre kuramı olarak da adlandırılmıştır.
Difüzyonizmi Kuzey Amerika’ya taşıyan kişi, Franz Boas (1858-1942) olmuştur. Öncelikle kültürel öğelerin coğrafî dağılımı üzerinde duran Boas, kültürel değişimin tarihsel ve psikolojik süreçlerini kurgulamak için bu öğelerin dağılımına bakmak gerektiğini öne sürmekteydi. Boas’ın difüzyonist izleyicilerinden pek çoğu dikkatlerini kültür alanlarına, yani belirli bir coğrafî alana yayılmış ortak kültürel özellikleri paylaşan kültürlerin görüldüğü bölgelere çevirdiler ve bu ortak öğelerin belirli bir ekolojik bölgeyle ilintili olduğunu gördüler. Kültür ile fiziksel çevre arasındaki ilintiye dikkati ilk çekenler bu antropologlar olmuştur. Bunlar, müzeci antropolojinin etkisiyle örnekleri toplamaya, bunların yayılma alanlarını kaydetmeye ve tiplerine göre sınıflandırmaya özen gösterdiler. Ancak bu okul asla kültürü, birbiriyle karşılıklı etkileşim ve bağıntı içinde bulunan ögelerden oluşmuş bütünlükler olarak kavrayan kuramsal bir açılım geliştiremedi.
Difüzyonist okulun bu eksikliği, 20. yüzyılın başlarında kültürün bütünsel bir sistem olduğu görüşünün yaygınlaşmasıyla giderilmiş, ama bu yeni bakış açısı di- füzyonizmin temel tezini kökünden sarsmıştır. Zira böylelikle yayılmadan çok kültürlerin iç işleyişi öne çıkmaya ve gözlemlenmeye başlamıştır. Batılı olmayan kültürlerle temaslar arttıkça bunların sanıldığından çok daha tutarlı ve mantıklı bütünlükler olduğu kavrayışı giderek yerleşmiştir.
Tarihsel Özgücülük (Amerikan Tarih Okulu)
Başlangıçta difüzyonist fikirleri benimsemiş olsa da, tarihsel özgücü (historical particularist) yaklaşımı kuran kişi Amerikalı antropolog Franz Boas’tır. Boas, farklı yaşam tarzlarının ve düşünce biçimlerinin son tahlilde fiziksel çevreden etkilendiğini göstermek amacıyla 1883-1884 yıllarında Baffin Adaları Eskimoları arasında ilk alan araştırmasını gerçekleştirdi. Ancak Boas, buradaki gözlemleri sırasında birbirine çok benzeyen iklim koşularında geniş bir kültürel çeşitlilikle karşılaştı ve bu durum onun çevresel belirleyicilik tezini terk etmesine yol açtı. Boas’ın bundan sonraki ilgisi her tek kültür içindeki ayrıntılara ve farklı halkların kültürel ve tarihsel gelenekleri arasındaki ilişkilere yöneldi. Boas, alan araştırmaları sonucunda kültürel gelişmenin evrensel yasalarını araştırmadan önce tek tek kültürlerin nasıl geliştiğine bakılması gerektiğinin altını çizmiştir. Her kültürün kendine özgü ve ayrı bir tarihi olduğu görüşü tarihsel özgücü yaklaşımın esasıdır. Böylelikle antropoloji içinde nomotetik bilim anlayışı yerine idyografik bilim anlayışına yaklaşan ilk kişi olmuştur (Nomotetik ve idyografik bilim anlayışları için bkz. Ünite 1).
Boas, kültürel gelenekleri ve yaşam tarzlarını açıklamak için üç temel etkeni incelemenin gerekli olduğunu öne sürüyordu. Bunlar çevresel koşullar, psikolojik etkenler ve tarihsel bağıntılar idi. Boas bunlar içinde en büyük ağırlığı tarihsel bağıntılara tanıdı. Boas’a göre toplumlar ve kültürler, kendi özgül tarihlerinin ürünüydü. Dolayısıyla kültürü anlamak ancak o toplumun tarihinin incelenmesiyle mümkündü. Kültürler ayrıca kendi coğrafî bağlamlarından soyutlanarak da anlaşılamazdı. Bu açıdan bakıldığında Boas’ın kültürel göreciliğin kurucularından biri olduğu görülür ve 19. yüzyıl evrimciliğine karşı en ciddi kuramsal konumu oluşturduğu belirlenebilir. Kültürel göreci yaklaşıma göre eğer her kültür kendi tarihinin ürünüyse, tek çizgide ilkelden gelişmişe doğru uzanan tekil bir insanlık tarihinden bahsetmek olanaklı değildir. Bu nedenle üstün, geri, ilkel, çağdaş gibi terimlerle kültürler arasında karşılaştırma yapmanın hiçbir geçerliliği olamaz ve buna bağlı olarak genel bir kültür kuramına da varılamazdı.
Boas’ın ve kuramının 20. yüzyıl antropolojisi, özellikle Amerikan ve Fransız antropolojisi üzerinde büyük bir etkisinin bulunduğu ve antropolojinin temel ilkelerinden bir kısmının Boas öğretisiyle bağlantılı olduğu söylenebilir.
İŞLEVSELCİ VE YAPISALCI KURAMLAR
İngiliz İşlevciliği
İşlevcilik, kültürel öğelerin kültür bütünü içinde nasıl işlev gördüğünü ve bu bütünle nasıl uyum sağladığını antropolojik araştırmanın temel meselesi sayar. îşlev- ciler, antropoloji içinde uzun süreli alan araştırmasını ilk uygulayan grup olarak öncellerinden ayrılırlar. İngiliz İşlevciliğinin kurucusu ve başta gelen kuramcısı Bronislaw Malinowski’dir (1884-1942). Polonya asıllı olan Malinowski, İngiltere’de antropoloji eğitimi görmüş ve Yeni Gine yakınlarındaki Trobriand adalarında üç yıl boyunca alan araştırması yapmıştır. Malinowski’nin bu alan araştırması, daha sonraki alan araştırmaları için temel bir araştırma modeli olarak kabul edilmiştir.
Malinowski’ye göre bütün insanların, yeme, içme, barınma, giyinme, türün devamını sağlamak gibi bazı ortak temel ihtiyaçları vardır. Diğer ihtiyaçlar bu temelin üzerinde yükselir, yani temel ihtiyaçların karşılanması ikincil ihtiyaçları ortaya çıkarır. Malinowski, kültürel işlevlerin hem temel hem de bunlardan türeyen ikincil ihtiyaçları karşıladığını söyler ve öncelikle bu ihtiyaçları gidermeye yönelik olmayan bir kültürün var olamayacağını vurgular. Böylelikle, ilk bakışta anlamsız ya da temelsiz, başka neden veya sonuçlarla bağıntılandırılamayan gelenek ve göreneklerin anlamlı olduğu ortaya çıkacaktır. İşlevcilik, belirli işlevlere sahip ögelerin karşılıklı ve bağımlı ilişkileri biçiminde görülen bir kültür bütününe vurgu yaparak, daha önceki kültür tarihi yaklaşımından ayrışmıştır. Oysa Boasçı kültür tarihi yaklaşımı için bir geleneği ya da inancı incelemek, onun ya tarih ya da insanların evrensel psikolojik özellikleri içindeki kökenini araştırmak anlamına gelmekteydi.
İşlevciliğin başlıca kuramsal zayıflığı, esas olarak kültürün bireyin ihtiyaçlarını karşılamak bakımından nasıl çalıştığına ağırlık verirken, bireyi aşan sosyo-kültürel etki ve oluşumları (örneğin devrimleri, iktisadî bunalımları ya da aile gibi bazı toplumsal kurumları) ihmal etmesinden ileri gelmektedir. Öte yandan eğer bütün insanların ihtiyaçları temelde aynıysa ve kültürler bu ihtiyaçlar temelinde örgütlen- mişse, kültürel farklılıkların kaynağının ne olduğunu açıklamak konusunda herhangi bir açılım getirmemektedir.
Yapısal-İşlevselcilik
Bu yaklaşımın kurucusu ve ilk kuramcısı olan İngiliz antropolog Alfred R. Radclif- fe-Brown (1881-1955), toplumu birbirini destekleyen öge ve kurumların karşılıklı ilişkilerinin toplamı olarak gören ve kültürün tek tek bireylerin değil bu toplumsal işleyişin bir ürünü olduğunu söyleyen Fransız sosyolog E. Durkheim’dan etkilenmiştir. Bu çerçevede Radcliffe-Brown’ın ağırlık verdiği odak, Malinowski’nin aksine, psikolojik ve biyolojik değil, sosyolojiktir. O yüzden bu kuram sosyolojinin temel kavramlarından biri olan toplumsal yapı kavramıyla ilişki kurmayı seçmiştir. Durkheimcı sosyoloji kuramında toplumsal yapıyı kuran en önemli unsur ortak bilinç durumudur. Ortak bilinç bireyi aşar ve bireysel eylem ve inançlar bu geniş çerçevenin tezahürlerinden oluşur. Durkheim, toplumsal gerçekliğe ilişkin herhan
gi bir unsurun ancak toplumsal gerçekliğe ait bir başka unsurun sonucu olduğunu söyleyen toplumsal belirleyicilik ilkesini getirmiştir. Dolayısıyla, toplumun karşılıklı ilişkiler içinde olan bireylerden oluştuğunu kabul etmekle birlikte, bu bireylerin bireysel davranışlarıyla açıklanamayacağını öne sürmüştür. Durkheim’a göre toplumsal gelenekler ve yapılar, bireysel bilinci en bilinçli bireyin bile farkında olamayacağı şekilde biçimlendirir. Farklı toplumlar farklı düşünce kalıplarına ya da kolektif temsillere sahiptir. İşte sosyal bilimin temel inceleme konusu da budur.
Radcliffe-Brown da, bu görüşlerden etkilenerek toplumu bir
organizmaya benzetmiştir. Buna göre bu varlığını kuran ve devamını sağlayıcı biçimde, denge halinde çalışan bir bütündür. Öte yandan, Durkheim’ın temel aldığı birey-toplum ilişkisinde olduğu gibi birey, onu aşan toplumsal yasalara boyun eğen, bu yasalar gereğince hayatını sürdüren bir unsurdur; bireysel farklılıklar ancak bu çerçeve içinde ortaya çıkabilmektedir. Malinowski’nin kültür kuramında birey esastır ve kültürün bireyi nasıl desteklediği öne çıkar. Yapısal-işlevselcilikte ise konu, bunun tersine, toplumsal yapının farklı ögelerinin toplumsal düzen ve dengeyi nasıl ayakta tutacak biçimde çalıştığı olmuştur. Her iki yaklaşım arasında vurgu farkı açıktır: Malinowski bireyin temel ihtiyaçları üzerinde dururken, Radcliffe-Brown toplumsal yapının işler biçimde sürdürülmesine dikkati çeker. Her iki görüş de bütüncü kültür anlayışına büyük katkı yapmış, alan araştırması tekniklerinin gelişiminde büyük bir rol oynamıştır. Kültürel gelenekleri, kurumları, alışkanlıkları tek başına olgular olarak ele almak yerine, içinde var oldukları ve geliştikleri toplumsal bağlama bakmak gerektiğini vurgulamalarıyla bu kuramlar, antropolojinin
bütüncü yönünün gelişmesinde önemli bir katkı yapmıştır. Bununla birlikte her iki kuramsal yaklaşım da tarihsel gerçekliği dışarıda bırakmala- rıyla eleştirilmiştir. Ayrıca hem kültürel değişme meselesi hem de fiziksel ve biyolojik çevrenin kültür üzerindeki etkileri bu kuramlarda ihmal edilmiştir.
İngiliz işlevciliği ile yine İngiltere kökenli yapısal-işlevselcilik arasındaki temel fark nedir? Tartışınız.
Yapısalcılık
Antropolojide yapısalcı düşünce, dilbilimci Saussaureden etkilenen Claude Levi- Strauss tarafından geliştirilmiştir. Yapısalcılık da, tıpkı işlevci ve yapısal-işlevselci bakış açılarında olduğu gibi, tarihi dışarda bırakan bir analiz çerçevesi oluşturmuştur. Yapısalcılık, toplumsal olgu ve öğelerin ancak toplumsal yapı denilen ve sadece bir model kullanılarak erişilebilecek gizli bir boyutun varlığı üzerinden anlaşılabileceğini öne sürer. Bu gizli boyut dilde saklıdır. Zira dil, insan aklını düzenleyen mekanizmaların dışa vurumudur ve kültür dediğimiz şey, aslında bu mekanizmaların dışsal yansımasından başka birşey değildir. Dolayısıyla insanların zihinsel algıları, insanla nesnel dünya arasındaki yegâne ilişki biçimidir. Doğal ya da nesnel dünya, insanın zihinsel kavrayışı dışında bir gerçeklik değildir. Bu dünya zihnin temel mekanizmaları tarafından zihinde inşa edilmekte ve dille dışa vurulmaktadır. İşte yapısalcı antropoloji bu temel mekanizmaların ilkelerini bulmaya çalışır. Yapısalcılığın temel kabulüne göre bu ilkeler zaten insan düşüncesini yöneten süreçlerinin yapısında mevcuttur.
Levi-Strauss’u izleyen diğer yapısalcılar özgül kültürel sistemlerin yapısal işleyişini açıklamaya yönelmişlerdir. Fransız antropolog Louis Dumont (1911-1998) Hindistan’daki kast sistemini toplumdaki üç yapısal ilkeyle; ayrılma, hiyerarşi, etkileşim ilkeleriyle açıklamaktaydı. Yapısalcılık, sadece tarihi göz ardı etmesiyle değil, değişmeyi açıklamaktaki güçsüzlüğü ve zihinsel süreçlere tanıdığı ağırlık nedeniyle kültürdeki çevresel uyarlanma boyutunu dikkate almamasıyla eleştirilmektedir.
PSİKOLOJİ VE BİYOLOJİ YÖNELİMLİ KURAMLAR
Kültür-Kişilik Kuramı
Bu kuram, sosyolojiden çok psikolojinin etkisi altında, 1930’ların ortalarından itibaren antropologlarla psikologlar arasında kurulan yakın ilişkilerin bir sonucu olarak Kuzey Amerika’da gelişmiştir. Kuramın öncüsü ve Boas’ın öğrencisi olan Ruth F. Benedict (18891948), hem kültürlerde ve hem de bireyin ruh hallerinde karşılık bulan ortak tema ve başa çıkma yollarının var olduğunu öne sürmüştü. Dolayısıyla kültürleri benimsenen bu başa çıkma yolları üzerinden tanımlamak ve sınıflandırmak mümkündü. Kültürün iç tutarlılığı, ancak bireyin sorunlarla başa çıkma kapasitesini yükselttiği ölçüde sürdürülebilen bir konuydu. Bu açıdan sorunlu kültür ögeleri zamanla ya değişerek ya da başka bir biçime dönüşerek bu iç tutarlılığın yeniden oluşmasına hizmet edecek biçimde var olabilmekteydi. Kültür Örüntüleri (1934) başlıklı kitabında Benedict bireylerin ruhsal yapılarını belirleyen iki tip kültür ayırt etmiştir. Birincisi uzlaşmacı, psikolojik ve duygusal aşırılıklardan kaçınan Apollon tipi kültür, ikincisi ise coşkulu ve romantik, şiddete ve tehlikeye eğilimli Dionisyak tip kültürdür. İkinci Dünya Savaşı içinde, savaşın sonlarına doğru, Japonların inatçı savaşkanlığı karşısında sorun yaşayan Amerikan ordusu, Japonların bu ruh haline bir açıklama getirmek üzere Ruth F. Benedict’i görevlendirmişlerdi. Benedict, bu araştırma görevi sonucunda ^ kaleme aldığı Krizantem ve Kılıç (1946) başlıklı kitapla bu Japon ruh durumuyla Japon kültürü arasında bir ilişki kurdu. Böylelikle kültürü temel kişilik yapısını biçimlendiren en önemli etken olarak kavrayan kültür-kişilik kuramı temel eserlerini vücuda getirmiş oluyordu. Bu kuram psikolojik antropoloji disiplininin gelişmesine yol açtı. Bu disiplin 1960’larda en görkemli ve en revaçta olduğu yılları yaşamıştır.
Benedict ve izleyicileri, insanları ve kültürlerini uyarlanabilen olgular olarak değil, neredeyse sadece kültürel bir uzay içinde varolan, onları çevreleyen fiziksel dünyadan, diğer kültürlerden ve tarihsel olaylardan soyutlanmış ögeler olarak görmekle eleştirilmişlerdir.
Sosyobiyoloji Kuramı
Biyolojiye dayalı olduğunu savunan sosyobiyoloji kuramı, kültürel öge ve kurumlarda bu esası arayan antropolog ve sosyal bilimcilerin dayandığı temel yaklaşım olmuştur. Yaklaşım, tarih ve kültür
araştırmaları gibi toplumsal bakış açılarıyla ele alınması gereken insanî çeşitliliğe ilişkin durumları, biyolojik olgulara bağlanan bir nedenselliğe indirgemesiyle eleştirilmektedir. Bu yaklaşımın vardığı en uç nokta, pek çok karakterin kültürel süreçler yoluyla sonradan kazanılmış durumlar olmayıp genlerde saklı olduğunu iddia eden genetik indirgemecilikte görülür.